Dünyadan Organizasyonel Gelişim profesyonellerinin buluştuğu IODA Yıllık Konferansı bu yıl Türkiye’de 13-14-15 Eylül’de gerçekleşti. Kuruluşun Türkiye ayağı olan IODA Uluslararası Organizasyonel Gelişim Derneğimizin üstlendiği organizasyon, alanında ülkemizde bir ilk olma özelliği de taşıyordu. 3 yıl önce hayalini kurduğum ortamı, kurucu üyelerinden olduğum derneğimizin en kapsamlı faaliyetini beklentimi aşan getirisiyle yaşamak büyük mutluluktu. Dünyanın dört bir yanından gelmiş olan ve işi, insanla ilgili değişim, dönüşüm, gelişim olan profesyoneller tecrübelerini, amaçlarını, ilgi alanlarını paylaştı, tanıştı, kaynaştı, birlikte düşündü ve yorumladı.
Etkinliğin gerçekleşmesinde büyük emeği olan isimler yazının en sonunda.
Etkinlikten bende kalan izler ve kişisel yorumlarımı paylaşmak istedim.
“Doğru yerdeyim” hissi
“Acaba nasıl bir ortam olacak?” merakıyla gittiğim konferans, inancımın tavan yapmasıyla başladı. Çünkü birbiriyle uyumlu işaretler peş peşe geldi: Açılış öncesi kahve içerken, daha sonra sunumunu da izleyeceğim Belçikalı konuşmacıyla sohbetimiz büyüme ekonomisinin sürdürülebilir olmamasından başladı. Kendisi ayrıca, global IODA’nın kapsayıcı ve dahil edici kültürünü burada hemen fark edeceğimizi söyleyerek de haklı çıktı Açılışta yer alan kadın semazenin sema gösterisi ve seyircilerin alkışlamamaları ricası; paylaşım, samimiyet, saygı, tevazu gibi değerlerin güçlü bir ifadesi olarak hepimizi etkiledi. Ioda Türkiye’nin kurucu başkanı Gözde Berber Özbalaban’ın açılış konuşmasında da yer bulan ünlü söz, denge temamızla ilgili vizyonumuzu özetliyordu: “Dünyanın hayal edenlere de ihtiyacı var, bir şeyleri yapanlara da. Ancak hepsinin ötesinde, dünyanın hayal ettiklerini yapanlara ihtiyacı var!”
Tüm bunların üzerine ilk sunumu yapan Kılıç Arslantürk’ün başarının yeni tanımından bahsetmesi ise cuk oturdu ve Dengenin Yeniden Doğuşu temamızı daha iyi temsil edecek bir başlangıç düşünemiyorum hala.
İzleyebildiğim sunumlarla ilgili yorumlarımı en son bölümde bulabilirsiniz.
Gözlem – Farkındalık – Çıkarım anları
Ülke etkisi: İlk fark ettiğim, Türkler olarak yaptığımız yorumlar ve esprilerin mevcut krizle ilişkisi oldu. Hatta bunun doğal uzantısı olan hafif bir karamsarlık da en çok bizlerin dilinde ortaya çıkıyordu. ABD'li bir katılımcıyla kısa sohbetimizde “Her ülkenin kendi zorlukları var.” cümlesi, gerçekçiliği ve objektifliği bakımından aklımda kaldı. Ekonomi konusunda ise, dünyanın yeni bir ekonomik krize 2019 bitmeden gireceğine dair bir öngörü duymak da dikkate değer anlardan biri oldu.
Hofstede’nin kulağını bol bol çınlattığımız bir etkinlikti. Aslında insan, iş, çalışma hayatı ve kurumları konu edinip de “Akış Teorisi”nin sahibi Mihály Csíkszentmihályi ve kültür çalışmaları ile çığır açan Geert Hofstede’yi anmamak artık neredeyse imkansız. Burada da öyle oldu😊. (Özellikle ilkinin zor telaffuzuyla ilgili olarak vatandaşı Macar konuşmacının esprisi hoş anlardandı.) Her iki ismin ne yaptığına ve davranış bilimleri açısından önemine bir göz atmasını, bilmeyenlere tavsiye ederim.
Kültür demişken, konferans ortamına bakınca bizlerin rekabetçi yaklaşımının görece daha yüksek olduğunu düşündüm. Burada işbirlikçi, eşitlikçi, açık iletişimli, paylaşımlı bir ortamı yaşadık ve katılımcılar olarak biz de aynı şekilde davrandık. Ancak iş hayatındaki genel gözlemlerime göre, aynı alanda çalışan kişilerin (aynı kurumda veya farklı yerlerde) genelde bilgiyi açıklıkla paylaşmaması ve bunun da normalimiz olması. Toplumsal özelliklerimiz arasında dayanışma ve işbirliğinin eskiden beri yer almasın karşın, sanki kurumsal hayatta özellikle beyaz yakalı işlerde oluşmuş, yazılı olmayan bir kural var: “Edindiğin bilgiyi paylaşma, kendine sakla. Bulduğun çözümü herkese anlatma, çalınır.” gibi haklı kaygılar, zemini oluşturuyor. Kurumlar bazen bunun aleyhlerine olduğunu fark ederek çözüm arayışına giriyorlar. Bu alanda destek verecek danışmanların önce kendilerinde bu özelliği incelemeleri sanki çok doğru olur gibime geliyor.
Diğer etkinliklerden farklı olarak çeşitlilik: Türkiye’de yılda birkaç kez gerçekleşen ve şirketlerde insan faktörü ile yan konularına odaklanan zirvelerden farklı olarak IODA konferansında gördüğüm, sadece uluslararası olması değil, kurumlardan çok bireylerin odağa alındığı idi. Katılımcılar, geniş bir yelpazedendi: Bilgi teknolojileri uzmanına da, hukuksal danışmana da, küçük işletmelere mentorluk sağlayan sivil toplum çalışanına da, dans meditasyonu yaptırana da, akademisyene de, büyük şirketin satın alma sorumlusuna da, müşterileri şirketler olan danışmanlara da, İK çalışanları ve yöneticilerine de, eğitmenlere de, öğrencilere de rastlamak mümkün. Bu farklı disiplinler ve tecrübelerden gelen kişilerin birbirleri ile mümkün olduğunca etkileşimli şekilde ilişki kurması ve beraber düşünmesi, yeni izlenimler edinmesi, kendi alanlarına katkı sağlayabilecek öğrenimler yaşaması söz konusuydu. Dil – din – ırk – cinsiyet – yaş – alan – tecrübe açısından alabildiğine çeşitli bir gruptuk.
Tecrübe, yaş, derinlik… Özellikle Anglo-Sakson kökenli katılımcılarda gözlemlediğim durum; bizlere kıyasla daha uzun yıllara dayanan tecrübeleri, uzmanlık konularındaki derinlikleri ve yaşları. (Akademisyenleri hariç tutuyorum, orada durumlar benzer çünkü.) Benzeri olguya kurumsal hayattaki son işyerimde de rastlıyordum ve uluslararası şirket deneyimi olan pek çok kişinin aynı gözleme sahip olduğunu tahmin ediyorum. Türkler olarak bizlerin, genellikle tek bir konuda uzun yıllar çalışma ve derinleşme imkanı bence olamıyor. Bunun bir nedeni, buradaki hızlı değişim ve gerekleri. (Örneğin az zaman ve kıt kaynakla çok iş çıkarma zorunluluğu.) Belki diğerleri, nüfus ve yaş dağılımı, ekonomik imkanlar, çalışma koşulları, iş bulma – işsizlik, ekonominin büyüklüğü, iş kanunu ve sosyal güvence koşulları (emeklilik yaşı), vb. Bizde daha çok gözlemlediğim ise, artık dünyada da çok ihtiyaç duyulan esneklik, dirençlilik, çeviklik. Bir de çok daha fazla iletişim odaklıyız. Siz ne düşünüyorsunuz?
Sivil toplum. Organizasyon -yani insanların belli bir düzende beraber çalıştığı yapı- dendiğinde, buralarda daha çok şirketler akla geliyor. Oysa, sivil toplum kuruluşları da kendini geliştirmeye, daha etkin olmaya, fayda edinmeye ve yaratmaya ihtiyaç duyan ve bu sayede toplum için daha da faydalı olabilecek yapılar. (Bir de tabii ki kamu kuruluşları en büyük etki alanına sahip, aynı gelişime ihtiyaç duyan belki de en önemli yapılar. Ancak bu bambaşka bir inceleme/yazı konusu olabilir.)Konferansta daha çok yurtdışından katılımcılar arasında sivil toplum kuruluşu çalışanlarına rastladım. Dileğim, Türkiye’den de organizasyonel gelişime daha çok eğilen sivil toplum kuruluşlarını benzeri ortamlarda ve özellikle de şirketler ile beraber görebilmek. Her iki tarafın birbirine sağlayabileceği çok katkı var.
Ben de Türk’üm! Ve beni de en mutlu eden şeylerden biri, bir yabancı tarafından memleketimin beğenilmesi😊. Hepimizin gurur duyduğu bir andır o, özellikle ilk defa gelen bir yabancının hafif şaşkın bir hayranlıkla ortama övgüler yağdırması! Konferans bunu bize fazlasıyla yaşattı. Yabancı katılımcılardan bazısı ilk kez gelmediği halde tekrar tekrar İstanbul’a hayranlığını ifade etti. Organizasyonu da aynı derecede beğendiler. Bir önemli nokta da, IODA Global’in 2018 konferansının İstanbul’da yapılmasını onaylarken yaşadığı tereddüttü. Çünkü o kararın verilmekte olduğu günlerden kısa süre öncesinde büyük şehirlerimizde bombalar patlıyordu. Kendi çevrelerine, buranın ne kadar güzel olduğunu, hayatın sandıkları gibi tehlikeli olmadığını, mutlaka görülmesi gerektiğini anlatacaklarını söyleyerek gittiler. Duymak iyi geldi, hem de çok!
İzleyebildiğim Sunumlardan İzlenimlerim
İlk günün ilk konuşmacısı Kılıç Arslantürk, görsellerle çok isabetle desteklediği ve adım adım açılarak ilerleyen sunumunda, başarının göstergeleri olarak algılanan servet – güç – ün gibi faktörlerin her birinin üzerinde durarak, nelerin eksikliğini simgelediğinden bahsetti. Her üçünün, kişinin sadece kendi faydasına olması sebebiyle günümüzde kurumlar ve bireyler için “başarı” unsurlarının neler olması gerektiğine geldi: 1. Faydalı olmak (kendine, başkalarına, gezegenimize), 2. Cesaretle davranmak (güç sahibi değilken bile) 3. Azim ve kararlılık 4. Elinden gelenin tümünü yapmak 5. İz bırakmak 6. Olgunlaşmak (para ile ilişkimiz, maddi tutkularımız), 7. Özgürlük (istemediğimizi yapmama özgürlüğü), 8. Kişisel amacını arama. Arada Sola Yayınları’ndan çıkan kitabı Acıyan Yerini Bul’u imzalarken ve konferansın 2.ve 3.gününde de, yerli – yabancı pek çok katılımcı sunumdan etkilendiğini ifade etti.
Mindfulness, değişim / gelişim profesyonellerinin bir süredir gündeminde çok yer alan ve ülkemizde oldukça popüler olan bir konu. Uluslararası katılımcıların da aktif olarak deneyimlediği ikinci bir seans uygulayan Erhan Ali Yılmaz, dengeyi bulma yolculuğunda Mindfulness pratiğini anlattı. Kargo Kültünden (duymayanlar mutlaka incelesin) ve beynimizin gelişmiş teknoloji karşısında yaşadığı karar yorgunluğundan bahsetti. “Nedir bu mindfulness?” diyenlere en kısa şekilde “gerçekleri olduğu gibi görme ve buna şefkatle yaklaşma becerisi” diyebileceğimizi de anlamış olduk. Öğleden önceki konuşmasında çok miktarda bilgi ve bilimsel veri sundu Erhan Ali Yılmaz. Yöntemin uygulamasını ise, öğleden sonraki paralel oturumda isteyenlere deneyimletti.
MCT Danışmanlık’tan Didem Tekay’ın sunumu ise, hizmet verdikleri şirketlerde bireyleri geliştirme üzerinden şirketi ve işi geliştirmeye giden yolculuk yer alıyordu. Somut, açık ve kolay anlaşılır bir model kullanılması sayesinde, uzmanlık alanı farklı olan danışanların gözünde de soyut kavramların gerçek hayata kolayca bağlanması mümkün. Dayandığı temel yapı ise; öncelikle zihniyeti oturtmakla ve bunu yaparken herkesin eşit beceride ve potansiyelde olduğunu kabul etmekle başlayan, ardından gerekli becerilerin geliştirildiği aşamanın geldiği ve son olarak paylaşma, deneme, çalışma, azmetme, yansıtma gibi eylemlerle tamamlanan bir süreç. Didem Tekay, modeli uygulayan bir firmadan örnek verdi ve eskiden sadece satışı içeren performans kriterlerine gelen “müşteriyle ilişkinin kalitesi” hedefinden bahsetti.
ABD / Montana’dan katılan Ann Clancy ve Jen Freeman’in beraber gerçekleştirdikleri sunum ise, yönetici koçluğu ve organizasyonel gelişim danışmanlığının zihin ve beden gelişimi ile birlikte sunulan bir hizmete dönüştürülmesi açısından ilgi çekici bir örnekti. Bu ikilinin ortaklığının sektörümüzde farklı alanlarda uzmanlaşan pek çok danışmana da ilham olabileceğini düşündürdü. Ann, bireylerin ve organizasyonların dünya görüşünün evrimi üzerine yapılan araştırmayla sürecin çeşitli evrelere bölündüğünü, son dönemde içinde olduğumuz evrelerin eskilerden temel farkının ise, kendinden başkalarının da görüşlerini kabul eden bir yaklaşımın geçerli olması olduğunu anlattı. Bu bilinç seviyesinden yola çıkarak, değişim yönetimine bakışın da artık değişmekte olduğunu söyledi. Hala etkisi süren eski görüşe göre, değişim “kontrol edilebilir” bir durum. Yeni görüşe göre ise, planlanamayan ancak öğrenilip anlaşılabilen ve daha iyi hazırlanılabilecek bir olgu. Aklımda kalan güzel cümle, “Değişmemenin çok büyük çaba gerektirdiği” oldu. Jen ise, bambaşka bir açıdan yaklaşarak, bünyelerimizin galaksilere benzerliği ile konuya girdi. Hayatın yapısında döngülerin (spiral süreçlerin) varlığından bahsettiğinde aklıma tarihin tekerrürünü spiral olarak tanımlayışım ve sabahki açılıştaki sema gösterisi geldi! İnsanların verdikleri kararların %95’inin bilinç dışı olduğunu söyleyen Jen’in mesajının özetini ise; “değişimle başa çıkarken, tecrübelerimizdeki döngüsel yapıların farkına varmanın faydası” olarak not ettim. Gelişmelerin doğrusal ilerlediğini sanma eğilimimizin altı çizilmiş oldu.
Özlem Erten ve Seda Nüfusçu’nun sunumunda ise yaşadığımız bir geçmiş değişim dönemini ele alarak, nelerin artık geçerli olmamasının üzüntü verdiği, nelerin sürdürüleceğini, yeni dönemde yeni koşulların ve doğruların neler olduğuna odaklandık. Hatta gelecekte nasıl olmasını istediğimizi de düşündük. Kişisel bilanço adı verilen bir uygulama örneği de konu oldu. Varlıklar ve Yükümlülükler başlıkları altına, tıpkı bir bilanço gibi güçlü yanlarımız, zayıflıklarımız ve gelişim fırsatlarımızı sıralamanın faydası üzerinde duruldu. Konferans temamızın içinde yer alan “yeniden doğuş”un üzerinde duruldu. Değişim geçirdikten sonraki sürecin de bir nevi yeniden doğuş olduğunu konuştuk. Yeni bir yolculuğa başlamanın hazırlıklarını yapmak üzere hayal etme egzersizi de koçluk yaklaşımı ile ele alındı.
İlk günün son izlediğim sunumu Tamer Dövücü’nün, kitabını yazdığı, eğitimlerini vermekte olduğu ve son yıllarda epey popüler olan Optimum Denge Modeli idi. (Bundan bana 2014’te bahseden sevgili Nadire Yücetürk’e selamlar😊) Tamer Dövücü’nün hem genelde dış kaynaklı görmeye alıştığımız süreç modellemedeki başarısı, hem de verdiği örnekler ile modeli çok farklı durumlara çeviklikle uyarlaması, hem de bu derinlikte bir konuyu kısa sürede anlatması bence etkileyiciydi. Yabancı izleyicilerin, günün sonunda enerji düşmülken izledikleri bu sunuma ciddi ilgi gösterdiklerini görmek de sevindiriciydi. Optimum Denge Modeli, sistem yaklaşımı üzerine kurulu ve farklı disiplinlerde görülen ortak fenomenleri ele alıyor. Böylelikle, belli bir durumda gözlenen gelişmenin ardından hangi evrenin gelebileceğini ve istenen durum için hangi koşulların sağlanması gerektiğini de tahmin etmeye yarıyor. Teori ve pratik arasındaki boşlukta, bilinçdışı zihin kaynaklı dinamiklerin matematiksel izini sürerek ortaya çıkarılmış. Düzen – düzensizlik, uyum ve uyumsuzluk eksenlerinde ortaya çıkan durumlar, yarattığı duygular ve bunların uyarlanabileceği kesimler, ortamlar, kültürler gibi derinlemesine devamı gelen bir model. Sürdürülebilir ve etkili bir hayat için, bireyler, kurumlar, toplum ve ailelerin bunun farkında olması çok şeyi değiştirebilir. Henüz ilgilenmemiş olanların daha yakından göz atmasını yine şiddetle tavsiye ederim.
2. gün Peter Kalmar’ın değişimi yönetme üzerine yaptığı sunumda, ilk günkü sunumlardan birine atıfta bulunarak kendi yorumunu paylaşması, konferanslarda daha çok görmek isteyeceğimiz hoş anlardandı. Peter, organizasyonel gelişimi, kurumların insanla ve mekanikle ilgili kısımlarının birbirine güzelce uyumlanması olarak tanımladı ki, rastladığım en güzel tanımlardan biriydi. Organizasyonlarda ağ (network) yapılarını ve her ortamın kendine has organizasyonel tasarımını kullanarak değişim aksiyonlarının gerçekleştirildiğinden bahsetti. Sosyal bağlar ve iş becerilerini kullanarak modellenen bir örnek de gösterdi. Çeşitli danışmanlık yaklaşımları ve kullanılan modeller içinde ilgi çekici bir örnek olması açısından önemliydi.
Hollanda merkezli sivil toplum örgütü Happonomy’yi temsilen zirveye katılan Stef Kuypers, pek çok bilimsel araştırmadan derleyerek oluşturdukları Happonomy modelinden bahsetti. Temel aldıkları araştırmaya göre, tatminkar bir hayatı 21 boyuttan oluşan 5 ana faktörün varlığı sağlıyor: hayatta kalma, rahat hissetme, sosyal bağlar, gelişme ve serbest bırakma. Günümüz dünyasında ise özellikle içinde yaşadığımız büyüme ekonomisi, bu temel ihtiyaçlara karşıt ve bireyin mutlu ve huzurlu yaşamasına engel oluşturan bir durumda olduğunu anlattı. Katılımcılara bunu deneyimletmek üzere, bir simülasyon gerçekleştirildi. Bahsedilen mutlu ve tatminkar hayatı yaşamamızın şimdiki düzende zor olduğunu, araştırmalara göre insanların %40’ının istemediği işlerde çalıştığını, hatta para ile etkileşime başlayan çocukların bencilliği öğrendiklerini anlattı. Çözüm olarak önerdikleri yeni finansal modelin, herkesin geçinecek kadar geliri çalışmadan elde edebilmesini sağladığını ve bunun olası etkilerinin neler olacağını sundu. Bu konu denge temamızla örtüşürken, idealizmin gelebileceği en somut ve pozitif hali de simgeliyordu. Ayrıca, hayal etmek ve yapmakla ilgili olarak açılışta dile getirilen sözü de hatırlattı.
Sami Bugay ise, davranışların mekanizmasından bahsetti. Ağırlıkla bilinç ve idrak seviyesindeki süreçler, hem bireysel hem kolektif boyutta inançlar > değerler > düşünceler > duygular > davranışlar > sonuçlar şeklinde sıralanıyor. Bizi sınırlayan ve potansiyelimizi değerlendirmekten alıkoyan inanç ve değerlerin nasıl oluştuğuna değindi. Bireylerde yerleşik bazı inançlar olduğunda bunların organizasyonlara nasıl taşındığına dikkat çekti. Yüksek performansa erişmek için iyi bir strateji ve güçlü bir kültür birlikteliğinin zorunluluğundan bahsetti. Bir kurumda çalışanların kendi değerlerini yaşayıp yaşayamadığı, sahip olduğumuz değerlerin iş stratejileri ile uyumlu olup olmadığı gibi faktörlerin aksiyon için yön göstermesi, aklımda kalan noktalardan oldu.
ABD’li bir danışman olan Linda Myers, G.Kore’nin büyük firmalarından birinde yaşadığı danışmanlık tecrübesinden detaylarıyla bahsederek kültür farklarının önemi ve etkilerine dikkat çekti. Sunumda G.Kore organizasyonları özelinde yeni bilgiler edinirken, kültürel farklılığın, gerçek merak ve öğrenme yaklaşımı ile ele alındığında işleri zorlaştırmaktan çok zenginleştiren ve çeşitlendiren bir unsur olduğu izlenimini edindik.
İskele47 ve Zemberek.co gibi oluşumların kurucusu Bager Akbay ise, yine hayal eden ve yapanlar ortak kümesinden bir girişimci olarak ilgi çekici bir sunum yaptı. Teknoloji, sanat, eğitim üzerine sınırları belirgin çizilmemiş ve tanımı özellikle belirsiz bırakılmış bir ortam yarattıklarını anlattı. Sınırlar bulanıklaşıp, tanımlar serbest bırakıldığında ve elbette destekleyici ve teşvik edici yaklaşım ile, insanların kendi kafalarındakini hayata geçirmek yönünde istekli olmaları, yaratıcılığın açığa çıkması ve kollektif öğrenmeni tetiklenmesi bence etkileyici idi. Başka Bir Okul Mümkün Derneği’nin bu ortamda türemiş olması da benim için sürpriz haberlerden biriydi, çünkü son birkaç yıldır haberdar olduğum ve takdir ettiğim bu kuruluşun nereden çıktığını yeni öğrenmiş oldum.
Konferansın 3.günü, herkesin katıldığı etkileşimli aktiviteler ve fasilitasyon eşliğinde birlikte düşünme ve üretmeye ayrılmıştı. Bireyler ve organizasyonlar açısından denge kavramını farklı açılardan ele aldıktan sonra köprüyü beraber kurduk. Korkularımızın, organizasyonlarımızın korkularının neler olabileceğini düşündük. İdealimizdeki düzenin oluşması yolunda birey olarak bizlerin neler yapabileceğini konuştuk ve hatta taahhütler verildi. Öğrenmenin tamamlandığı aşama olan sentezlemenin yaşandığı ve katılımcıların da en çok zevk aldığı gün oldu. Böylesine çok kültürlü bir ortamda 2 gündür sunumları izleme telaşından birbiriyle yeterince konuşup kaynaşamamış kişilerin de yakından tanışmasına vesile oldu.
Böyle bir ortamı, çeşitli imkansızlıklar ve zorluklar arasında büyük özveri ile hayata geçiren çalışkan ve başarılı ekibe kocaman teşekkürler: Gözde Berber Özbalaban, Özlen Karaçal, Güneş Ercan, Harun Kilci, Altuğ Örnek, Simge Atsüren, Hakan Maden, Ebru Ölçer, Nur Yapıcı, Sevgi Ege, Ayşe Topaktaş Demir, Halide Bodur, Sibel Çorumlu, Emel Kordon, Deniz Hüsrev, Zeynep Arslan , Ezgi Gümüştekin, Ateş Diyaroğlu, Berna Boragan, Burçin Mavituna, Ece Süeren Ok, Efe Atay, Yekta Kara.
Comments